-
.اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ﴿٦﴾ صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّآلّ۪ينَ ﴿٧﴾
Yüce Allah, Fâtiha sûresinin 2-7. âyetlerinde hamdin kimin için olduğuna dair bilgi vermekte, rahmân ve rahîm oluşunu, hesap gününün sahibi olduğunu beyan etmekte, sadece O’na kulluk etmemiz ve sadece O’ndan yardım istememiz gerektiğini ifade ettikten sonra, kendilerine nimet verdiklerinin yolu demek olan sırât-ı müstakîm yani “dosdoğru yol” için hidayet duası yapmamızın zorunluluğunu gündeme getirmektedir.
a) İlk Konu: Yüce Allah’a Hamd
Fâtiha’nın, dolayısıyla Kur’ân’ın ilk konusu “Hamd”dir. Burada hamdin Yüce Allah’a ait oluşu ve Rabbimizin dört sıfatı zikredilerek, doğru bir övgü üzerinde durulmaktadır. Yüce Allah’ın “âlemlerin Rabbi”, “Rahmân, Rahîm” ve “hesap günün sahibi” olduğu beyan edilerek sûrenin ilk konusu şekillendirilmektedir.
ı. Hamdin Sadece Yüce Allah’a Aidiyeti
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ “Hamd (övgü) âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.”
Âyetteki اَلْحَمْد el-hamdü kelimesi “hamd, övgü”; لِلّٰه lillâhi ifadesi “Allah için(dir)”; رَبّ rabbi kelimesi “sahibi olan, rabbi olan”; الْعَالَم۪ين el-‘âlemîne sözcüğü ise “âlemler(in)” demektir.
Bu âyette hamdin kime ait olduğu ve Yüce Allah’ın rabb sıfatı gündeme getirilmektedir. Fâtiha sûresinin Besmele sonrasındaki bu ilk âyeti Kur’ân’da altı yerde zikredilmektedir.(1)
1. اَلْحَمْدُ “Hamd (Allah içindir).” Fâtiha’nın üç konusundan ilki bu âyetlerde dile getirilen “hamd (övgü)” konusudur. Sûrenin hamd ile başlaması çok manidardır. Vahyin indirildiği dönemde ve o coğrafyada insanlar korkunç bir övgü sorunu yaşamaktaydı. Bazı Yahudiler Hz. Üzeyr’i; bazı Hristiyanlar Hz. İsâ’yı Yüce Allah’ın oğlu;(2) Mekkeli müşrikler ise melekleri Allah’ın kızları sayıyor,(3) cinlerden de oğulları ve kızları olduğunu(4) sanarak, onları aşırı şekilde yüceltiyorlardı.
Bir mahluka layık olduğu kadar sevgi beslenmeli, bu noktada Yüce Allah’a yönelik sevgiyi gölgede bırakacak bir yanlışlık yapılmamalıdır. Ancak insanlık bu sevgi noktasında çok kötü bir sınav vermiş, yanlış bir sevgi ve yanlış bir tutku sahibi olarak hamdin asıl sahibini görmezlikten gelmiştir. İşte Fâtiha’nın hamd ile başlaması ve hamdin sadece Yüce Allah’a ait olduğunun ilan edilmesi son derece önemli bir durum arz etmektedir.
- Hamd Kavramı
Hamd ile ilgili Kur’ân’da ne kadar kavram varsa, konuyla ilgili bütün âyetler işte bu âyetin açılımı durumundadır. Konuyu ve dolayısıyla “hamd” kavramını daha iyi izah edebilmek için bazı noktaları açıklamak gerekmektedir.
a) Hamd Nedir? Nasıl Yapılır?
Kur’ân’da toplam 43 kez geçen اَلْحَمْد el-hamd/hamd kelimesiyle başlayan beş sûrenin(5) ilki Fâtiha’dır. Yüce Allah hamd ile başladığı sûrelerde Fâtiha’da “âlemlerin Rabbi olduğunu”, En‘âm’da “gökleri ve yeri yaratıp karanlıkları ve aydınlığı var ettiğini”, Kehf’te “kulu Hz. Muhammed’e bu kitabı indirdiğini”, Sebe’de “göklerde ve yerde ne varsa hepsinin O’na ait olduğunu ve âhirette de hamde layık onlanın kendisi olacağını”, Fâtır’da ise “gökleri ve yeryüzünü yoktan var edip melekleri de yaratanın kendisi olduğunu” beyan etmektedir.
Hamd, “övgü” anlamına gelen bir kavramdır ve Yüce Allah’ın hakkıdır. Gerçek hamd sadece O’na layıktır ve Yüce Allah’a layık olan hamdi de sadece O bilir ve gerçekleştirebilir. Sûrenin bu âyetinde aslında “ne yaparsa yapsın, kulun bir acziyeti ve tam anlamıyla hamd görevini yerine getirememekten kaynaklanan dolaylı veya gizli bir itirafı” vardır. Adeta “ben kimim ki O’na layıkıyla hamd edeyim; O bütün hamd edenlerin hamdiyle övülmektedir” demek istenmektedir.(6)
Âyette احمد ahmedü “hamdederim” şeklinde fiil kalıbı kullanılmayıp daاَلْحَمْدُ el-hamdü “hamd” isim kalıbının tercih edilmesinin muhtemel nedeni, bu ifadenin daha kapsayıcı oluşundandır. İnsan hamd etse de etmese de bugün ve burada hamd edilse de edilmese de İsrâ’ 17/44’te de belirtildiği gibi başka yerlerde, başka zamanlarda ve başka varlıklar tarafından Yüce Allah’a daima hamd ve tesbih edilmektedir.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ el-hamdü lillâhi cümlesi, hamdin Yüce Allah’ın varlığıyla birlikte başladığını da göstermektedir. Bu ifade, “yaptığı her şeyi güzel yapmak Allah’a mahsustur” şeklinde de yorumlanabilir.
b) Hamd, Medh, Şükür İlişkisi
Hamd kavramı hakkında daha doğru bir kanaat sahibi olabilmek için onun yakın anlamlısı iki kavramla olan anlam ilişkisini de kısaca hatırlatmak gerekir. Hamd, “övgü” anlamına gelen bir kavramdır ve medh ile arasında fark vardır. Medh canlı cansız her varlığa, iyilikten önce de sonra da yapılabildiği gibi, bazen de yasaklanabilir. Hamd ise sadece canlı kudrete yönelik olabilir ve iyiliklerden sonra yapılır; üstelik teşvik de edilir. Bu mukayese gereği medh, hamdden daha geneldir.
Hamd ile şükür arasındaki farka gelince, hamd kişinin kendisine veya başkasına iyilikte bulunması halinde yapılabilirken; şükr kişinin sadece kendisine yapılan iyilikler için gerçekleştirilir. Bazı görüşlere göre de hamd, defedilen belalar için, şükr ise alınan nimetler için yapılır. Bu durumda yorumunu yapmakta olduğumuz Fâtiha ikinci âyetteki “hamd, âlemlerin Rabbi Allah içindir” ifadesi şöyle yorumlanabilir: “İyilik bana ulaşsa da ulaşmasa da iyiliği görsem de görmesem de bana özel olsa da olmasa da diğer varlıklar yararlanıyor olduğu ve kâinat bundan istifade ettiği için bütün övgüler sana olsun ey Rabbim.”
2. لِلّٰهِ “(Hamd) Allah içindir.” Besmele’de bu kelimenin anlamını verirken de söylediğimiz üzere, hamd sadece Allah’a aittir; sadece O’nun için yapılmalıdır. لِلّٰهِ lillâhi ifadesinin başındaki lâm edatını tahsîs/aidiyet manasına alıp, hamdin ancak ve ancak Yüce Allah için yapılabileceğini bilmek ve bunu belirtmek gerekir.
“İnsanlara hamd etmeyen, Allah’a da hamdetmez”(7) hadis-i şerifinde kastedilen hamdin asıl muhatabı, verdiği imkânlar nedeniyle Yüce Allah’tır. Yani insana yönelik gerçekleştirilen hamdin asıl amacı Allah rızasını kazanmaktır. Kur’ân’da bu anlamda bize şu âyetler hatırlatılmaktadır:
“Allah, kendisinden başka ilâh olmayan tek kudrettir. Hamd, en başta da en sonda da sadece O’na aittir; (O’na layıktır)”;(8)
“Göklerde ve yerde hamde sadece O layıktır”;(9)
“Hamd, sadece ve sadece hem göklerin Rabbi, hem de yerin Rabbi, yani bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a layıktır.”(10)
Bütün bunları dikkate alarak şunu özellikle belirtmek istiyoruz: Âhirette, cennet nimetleri içerisinde “Dualarının sonu, hamd âlemlerin Rabbi Allah’a olsun”(11) sözünü söyleyebilmek için, hamdi dünyada dillerden ve gönüllerden eksik etmemek gerekir.
3. رَبِّ الْعَالَم۪ينَ “Âlemlerin Rabbi olan (Allah içindir).” Kur’ân’da 42 kez geçen bu tamlamada iki kelime üzerinde durmak gerekmektedir.
a) Rabb sıfatı
- Rabb Kavramı
Kur’ân’da رَبّ r-b-b kökünden gelen kelimeler 980 kez geçmekte ve büyük çoğunlukla “ilâh”(12) anlamına gelmektedir. Ayrıca “sahip, efendi, idareci”;(13) rabbânî, ribbiyyûne kalıplarında “kendini Rabbe adayan kişi, kişiler”(14) ve rabâib kalıbında “üvey kız çocuklar”(15) gibi manalarda da kullanılmaktadır.(16)
Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki رَبّ rabb kelimesi, Yüce Allah’ın kendisi dışındaki bütün varlıkların sahibi olduğunu, onları yetiştirdiğini, eğitip terbiye ettiğini, onları sahipsiz bırakmayacağını, bütün yaratılmışların sığınağı olduğunu, başka arayışların bâtıllığını ve mürebbilerin çocuğu koruması gibi O’nun da varlıkları koruduğu anlam boyutunu içermektedir. Bu sebeple Yüce Allah göklerin, yerin ve aralarındaki her şeyin Rabbidir.
Yüce Allah kendisini çeşitli varlıkların Rabbi olarak tanıtmaktadır. Bunları şu şekilde sayabiliriz:
“Büyük, kerîm Arş’ın”,(17)
“İzzetin”,(18)
“Musa ve Harun’un”,(19)
“Göğün ve yerin”,(20)
“Yedi göğün”,(21)
“Göklerin ve yerin”,(22)
“Göklerin, yeryüzünün ve ikisi arasındakilerin”,(23)
“İnsanların, atalarının”,(24)
“Doğuların”,(25)
“Doğuların ve batıların”,(26)
“İki doğunun ve iki batının”,(27)
“Doğunun ve batının”,(28)
“Doğunun, batının ve ikisi arasındakilerin”,(29)
“Belde (Mekke)’nin”,(30)
“Ev (Kâbe)’nin”,(31)
“Şı‘râ Yıldızı’nın”,(32)
“Sabahın”(33) ve
“Göklerin, yeryüzünün ve âlemlerin”(34) Rabbi.
Nebe’ 78/37’deki “Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi” şeklindeki tamlama, Yüce Allah’ınرَبّ الْعَالَم۪ينَ rabbu’l-‘âlemîne, yani “bütün âlemlerin Rabbi oluşu”nun değişik bir ifadesidir. Başka bir ifadeyle, söz konusu tamlama ve Kur’ân’da zikri geçen bu ve benzer ifadeler esasındaوَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ ve hüve rabbü külli şey’in “O, her şeyin Rabbidir”(35) cümlesinin açılımıdır. Teker teker her bir şeyin Rabbi olmak, topluca her şeyin Rabbi olmak demektir, vesselâm.
Bütün bu detayı verme nedenimiz, konu gereği Yüce Allah’ın kendisini farklı varlıkların Rabbi olarak tanıtmasının bir üslup gereği olduğunu ortaya koymaktır. Bilinmelidir ki bu ifadeler parça parça sunulsa da maksadı öğrenebilmek konunun bütününü görmeye bağlıdır. Dolayısıyla “göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi” ifadesi, Yüce Allah’ın bütün yaratılmışların Rabbi olduğunu ilan etmek amacına yöneliktir.
Fâtiha’nın ikinci âyetinde geçen رَبّ rabb kelimesi, Yüce Allah’ın bütün yaratılmışların sahibi olduğunu, onları yetiştirdiğini, eğitip terbiye ettiğini, onları sahipsiz bırakmayacağını ve bütün yaratılmışların sığınağı olduğunu göstermektedir. Ayrıca, başka arayışların bâtıl olduğunu ve “mürebbinin çocuğu koruması” gibi O’nun da bütün mahlûkatı koruduğunu bildirmektedir. Bu sebeple de sadece Yüce Allah hamde layıktır; gerçek ve mükemmel hamd sadece O’nun hakkıdır.
b) Âlemler
- el-‘Âlemîn Kavramı
الْعَالَم۪ين el-‘âlemîne kelimesi Kur’ân’da 73 âyette(36) geçmekte ve çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Buna göre yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de olduğu gibi Kur’ân’da pek çok âyette(37) zikredilen الْعَالَم۪ين el-‘âlemîne kelimesi “âlemler” demektir. Bu bağlamda dolaylı olarak Kur’ân’da her türlü varlık için el-‘âlem kelimesinin kullanıldığı söylenebilir.
Furkân 25/1’de ve benzer âyetlerde(38) yer alan الْعَالَم۪ين el-‘âlemîne kelimesinden maksat “(insanlardan ve cinlerden oluşan) âlemler”dir. Bakara 2/47 gibi âyetlerde(39) geçen الْعَالَم۪ين el-‘âlemîne kelimeleri “(inançsız) insanlar, aynı çağda yaşayan insanlar, çağdaşlar” demektir. Âl-i İmrân 3/42 ve benzer âyetlerde(40) geçen الْعَالَم۪ين el-‘âlemîne kelimeleri “insanlar” anlamındadır. Özellikle ‘Ankebût 29/10’daki kullanım bu kelimenin anlam dünyasında “insanlar”ın özellikle ve ayrıcalıklı olarak bulunduğunun apaçık delilidir. Hicr 15/70’teki الْعَالَم۪ين el-‘âlemîne kelimesi ise Hz. Lut’un sapkın kavminin hitaplarında yer almakta ve “yabancılar, başkaları, elalem” manasında kullanılmaktadır.
ıı. Yüce Allah’ın Merhameti
اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ “Rahmân (ve) Rahîm’dir.”
Âyetteki اَلرَّحْمٰن er-rahmâni kelimesi “merhametin kaynağı, merhameti bol olan”; الرَّح۪يم er-rahîmi sözcüğü ise “merhametli, acıyan” demektir.
Burada vahyin ilk sûresinde Yüce Allah’ın merhametinin erişilmezliğini ifade bağlamında Besmele’de yer verilen iki sıfatı yeniden gündeme getirilmektedir.
Besmele’de de açıkladığımız üzere, bu kavramlar bu defa, başlanan her yeni ve hayırlı işin Yüce Allah’ın merhametiyle kolaylaşacağı mesajını içermekte, hamd ile de derin bir anlam ilişkisine sahip olduklarını göstermektedir.
Hamde layık olan kudret, kâinatı merhametiyle kuşatandır ve o da “Rahmân, Rahîm ve âlemlerin Rabbi Yüce Allah”tır. Âlemlerin sahibi olan o yüce zat, yaratılmışların hamurunu rahmet ve merhametiyle yoğurmuştur. Kendisi merhamet kaynağı ve merhametli olduğu için, kullarından da merhametli olmalarını ve yaratılmışlara o gözle bakıp öyle davranmalarını istemektedir.
ııı. Hesap Günü’nün Sahibi Oluşu
مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِ “Din (hesap) gününün sahibidir.”
Âyetteki مَالِك mâliki kelimesi “sahip, sahibi”; يَوْمِ الدّ۪ينِ yevmi’d-dîni tamlaması ise “din günü(nün), hesap günü(nün)” demektir.
Burada Yüce Allah’ın “hesap gününün sahibi” olduğu gündeme getirilmektedir.
- Dîn Kavramı
الدّ۪ين Dîn/ed-Dîn kelimesi Arapça d-y-n/deyn kökünden mastar veya isimdir. Bu kökten gelen kelimeler Kur’ân’da 101 kez yer almaktadır. Cevherî, dîn kelimesi için “âdet, durum”; “ceza, mükâfat”; “itaat” şeklinde üç anlam zikretmiş ve terim olarak dinin bu son anlamdan geldiğini belirtmiştir.(41) İbn Manzûr, bunlara “hesap” ve “İslâm” anlamını da eklemiştir.(42) Buna karşılık Isfehânî, sadece “itaat” ve “ceza” anlamını kaydetmiş, ayrıca kelimenin istiâre yoluyla “şeriat” anlamında kullanıldığını da belirtmiştir.(43)
Dîn kelimesi Kur’ân’da “İslâm (Dini)”;(44) “tevhîd”;(45) “hesap, ceza, karşılık”;(46) “hüküm, kanun, hukuk”;(47) “taat, itaat”;(48) “âdet, gelenek”;(49) “yol”;(50) “yaratılış kanunu, fıtrat”;(51) “yasa, düzen”;(52) “borç”(53) ve “din edinmek”(54) gibi anlamlarda kullanılmaktadır.(55)
Yüce Allah, Fâtiha’nın ilk âyetlerinde hatırlattığı sıfatlarını, yargılama günüyle de ilişkilendirerek, insanlara bir âhiret bilinci kazandırmayı amaçladığını göstermektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyet, âhiretteki sorgulamayı ifade etmektedir.
Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri metodunun bir örneği olarak “Din günü” kavramını izah bağlamında İnfitâr 82/17-19’da bu konuda şu bilgiler yer almaktadır: “Hesap gününün ne olduğunu sana bildiren ne olabilir ki! Evet! O Hesap gününün ne olduğunu sana bildiren ne olabilir ki! O gün, kimse kimse için herhangi bir şeye (yetkiye) sahip olamaz. O gün, yetki yalnızca Allah’a aittir.”
Kur’ân’da 13 kez(56) geçen yevmu’d-dîni “dîn günü, hesap günü” tamlaması âhirette yaşanacak yedi aşamanın genel adıdır. Bu aşamalar “diriltilme, toplanma, Allah’a arz olunma, bilgilendirilme, sorgulanma/yargılanma, değerlendirilme, ödül veya azapla buluşturulma, yani cennete veya cehenneme sevk edilme” şeklinde gerçekleşecektir.(57) İşte o günde tek yetkili Yüce Allah’tır ve kararlarını hiç kimseye danışmadan verecektir. Çünkü o gün, herkes O’nun huzurunda yargılanacaktır.(58)
2-4. Âyetlerin Mesajı
Yüce Allah, Fâtiha sûresinin ilk dört âyetinde kendisini “Rahmân, Rahîm, Âlemlerin Rabbi ve Hesap Günü’nün Sahibi” olarak tanıtmaktadır. Hamde layık olmak için bütün yaratılmışların sahibi olmak, merhametiyle onları kuşatmak, rahmet ve merhameti kendine yazmak ve hesap gününün de yegâne sahibi olmak gerekir.
Mülkünde ortağı olmayan Yüce Allah’ın, yargılama gününde de ortağı yoktur. Bu yönüyle âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah, gerçek ve mükemmel hamde, yani övülmeye layık olan tek zattır; yani hamd O’nun içindir ve sadece O’nun hakkıdır. O’na layık olan hamdin nasıl olacağını tam anlamıyla bilip uygulayamayacağımız için, bize bildirdiği kadarıyla ve gücümüz nispetinde hamd etmeye çalışmakla yükümlüyüz.
Hamdedenler bilmelidir ki bizim hamdimizin Yüce Allah’a hiçbir katkısı yoktur. “Allah’a şükredenler kendi yararları için şükrederler.”(59) Hamdeden bizler, bu işimiz ve itirafımız nedeniyle hem bu dünyada hem de âhirette ödülle buluşturulacağımıza inanır ve ona güveniriz.
b) İkinci Konu: “Kulluk ve Tevhîd İlânı”
Fâtiha sûresinin beşinci âyetinde çok önemli bir kulluk duyarlılığı yer almakta ve şahsiyet tanımı yapan bir mesaj verilmektedir.
ı. Önce Fedakârlık, Sonra Yardım İsteği
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ “(Rabbimiz)! Yalnız sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.”
Âyetteki اِيَّاكَ iyyâke ifadesi “sadece sana”; نَعْبُدُ na‘büdü fiili “ibadet ederiz, kulluk ederiz”;وَاِيَّاكَ ve iyyâke ifadesi “ve yine sadece senden”; نَسْتَع۪ينُ neste‘înu fiili ise “yardım isteriz” demektir.
Fâtiha’nın ilk konusu olan hamd ele alındıktan ve Yüce Allah’ın bazı sıfatları hatırlatıldıktan sonra bu âyette “kulluk ve tevhid ilanı” şeklinde ikinci konu gündeme getirilmektedir.
Bu âyette yaratılış amacı olan “ibadet” konusu ele alınmakta ve ideal hamdden âciz olan insana yol gösterilmektedir. Böylece insanın nasıl bir “kulluk ve tevhid ilanı”nda bulunup samimiyet göstermesi gerektiği kendisine öğretilmektedir.
1. اِيَّاكَ نَعْبُدُ “(Rabbimiz)! Yalnız sana kulluk ederiz.” Bu cümle, yaratılışın gayesini belirleyen âyetlerden olan ve Zâriyât 51/56’da geçen “Ben cinleri ve insanları sadece ve sadece Bana kulluk etsinler diye yarattım” ifadesiyle anlam bütünlüğü oluşturmaktadır. Nahl 16/36’da da belirtildiği üzere, bütün peygamberler ümmetlerine bu görevi tebliğ etmişlerdir. Yaratılışın gayesi Yüce Allah’a kulluk olduğu için, ilâhî planda şekillendirilen bu husus, kulun eyleminde de kendisini göstermelidir. İlâhî plan ile kulun eyleminin buluşması gerekliliği, bu âyetlerin birlikte okunup anlaşılmasıyla ortaya çıkmaktadır.
2. وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ “Ve sadece senden yardım isteriz.” Âyetin ikinci cümlesi ise Bakara 2/45, 153’te beyan edilmekte olan “Ey iman edenler, sabır ve salât ile yardım isteyin; Allah sabredenlerle beraberdir” ifadesiyle bütünlük oluşturmaktadır. Bu âyete “direnerek ve dik durarak yardım isteyin”(60) anlamı verilirse, yardım istemenin bir sonuç olduğu, öncesinde yapılması gereken fedakârlıklar bulunduğu anlaşılmış olur.
“Yalnızca Allah’tan yardım istemek” ifadesindeki maksadı ilah kabul edilen herhangi bir varlığa kulluk edilmediği için başka varlıklardan ilah anlamında yardım istememesi şeklinde anlamak gerekmektedir. Yoksa günlük insani ilişkilerdeki yardımlaşmayla ilgili herhangi bir yasak elbette söz konusu değildir. Çünkü Mâide 5/2’de “iyilik ve takvada yardımlaşmak” emredilmektedir. Dahası bir rivayette Hz. Peygamber’in de şöyle bir beyanı yer almaktadır: “Herhangi bir kul kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da o (yardım eden) kulun yardımındadır.”(61)
Verilmek istenen mesaj şudur: Başka hiçbir varlık ilâh anlamında kulluk edilmeye ve bunun sonucunda kendisinden yardım istenilmeye layık değildir. Bu nedenle biz sadece ve sadece Yüce Allah’a kulluk ederiz ve sadece O’ndan yardım isteriz; âyette vurgulanan husus budur diyebiliriz.
“İnsanın doğru yolu bulması ve hayatını doğru yol (hidayet) üzere sürdürmesi, ancak Yüce Allah’ın lütfuyla mümkündür. Keza, insanın davranışları dolayısıyla sorumluluğu da esasen Yüce Allah’a karşıdır. Bu sorumluluk bağlamında da sadece Allah’tan yardım dileyebiliriz ve dilemekteyiz. Fatiha suresindeki “ancak senden yardım dileriz” mesajına uygun olarak birinci Kunut Duasının ilk cümlesini bu içerikte anlamak gerekir. Bunun pratik sonucu olarak, hidayet için Allah’tan başka hiç kimseden yardım dilenilemez; keza, sorumluluktan kurtulmak için hiç kimseden şefaat da dilenemez.
İlâhî Mesaja göre, fiillerimiz dolayısıyla sorumluluk bağlamında ancak Allah’ın izin verdiği kişi (yani melekler) şefaat edebilecektir. Ancak bu inancımız, bizim herhangi bir insandan şefaat dilememizi caiz kılmaz. Dua, ancak ve ancak Yüce Allah’tan dilemeyi gerektirir.”(62)
3. Âyette اِيَّاكَ iyyâke edatları, نَعْبُدُ na‘büdü ve نَسْتَع۪ينُ neste‘înu fiillerinden önce kullanılmıştır. Bunun Arapçada bir edebiyat sanatı olduğu bilinmelidir. اِيَّاكَ iyyâke edatlarının fiillerden önce zikredilmesi, mesajın “sadece ve sadece” şeklinde vurgulu hale gelmesini sağlamak içindir.
Normalde sıralama نَعْبُدُكَ na‘büdüke ve نَسْتَع۪ينُكَ neste‘înuke şeklinde olabilir, olmalıdır. Bu ifadede herhangi bir vurgu olmadığı için “Sana kulluk ederiz ve Senden yardım isteriz” ifadesi “başkalarına kulluk edilmemesi ve onlardan yardım istenmemesi” gerektiği mesajını içermez. Bu yüzden Yüce Allah hasr-kasr denilen “vurgulu” ifade tekniklerinden birisi olan “takdîm-te’hîr metodu”nu kullanmaktadır.(63)
Âyetin Verdiği Mesaj
a) İlk âyetlerde hitap üçüncü tekil şahıs (o) şeklinde iken, bu âyette sesleniş muhataba (sen) ve mütekellime (biz) dönüştürülmektedir. Arapçada adına “iltifat sanatı” denen bu ifade tekniğine Kur’ân’da sıkça yer verilmektedir. Amaç, okuyucunun veya muhatabın dikkatini canlı tutmak, metinden ve mesajdan uzaklaşmamasını sağlamaktır.
b) Hitap, birinci ve ikinci şahıslara dönüştürülünce, bir anlamda insanın bu itirafı yapmasının şekli kendisine öğretilmiş olmaktadır. Rabb olan Yüce Allah kulunu eğitmekte, onu sahipsiz ve yolsuz bırakmamakta, O’na nasıl hamd edileceğini öğreterek kulunu inşaya, yani ahlâk bakımından şekillendirmeye başlamaktadır. Doğru bir istikamet sahibi olmak için öncelikle niyetin doğru belirlenmesi gerekir. Bu nedenle, bir insan neyi, niçin yapacağını bilerek bir işe koyulmalıdır.
c) Başka varlıkların yardım edemeyeceğini bilenler onlardan yardım istemez ve o varlıklara kulluk etmezler. “Yardım edenin gerçekte sadece Yüce Allah olduğunu bilenler sadece O’ndan yardım isterler. Duanın kıblesini Allah’tan başkasına çevirmek, o yöne kulluk etmek demektir. İbadet, Yüce Allah’ın razı olduğunu yapmak, ubudiyyet ise Allah’ın yaptığından razı (memnun) olmaktır.”(64)
d) Din, gönülden inanmayı ve inanılan değerler uğruna fedakârlık yapmayı gerektiren bir kurumdur. Bu haliyle düşünüldüğünde, dindar insanın boş durmaya zamanı olmadığı anlaşılır. Böylece hak etmeden istemenin de karşılık bulmayacağının farkına varmış olunur.
e) Fâtiha’nın 5. âyeti, dua etmeden önce fedakârlığın zorunlu olduğunu gösterir. Tıpkı Fâtır 35/10’da belirtildiği gibi, “güzel sözler Allah’a yükselir; (ancak) onları Allah’a yükselten şey ise sâlih ameldir.” İşte Fâtiha 1/5’teki ilk cümle “sâlih ameli”, ikincisi ise “dua ve isteği” karşılamaktadır.
f) “(Rabbimiz!) Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz” âyeti, “ben adına, tek kişi için veya ferde yönelik” değil, “biz adına, hepimiz için, toplum menfaatine yönelik” isteklerde bulunmayı öğretmektedir. Bu âyet, Müslümanlara sadece kendileri için değil, başkalarıyla beraber ve onların da hayrına yaşamayı öğretmeyi amaçlamaktadır.
g) Âyetteki “biz” ifadesindeki maksat elbette ve öncelikle insanlardır. Ancak mesajı evrensele taşırsak, canlı-cansız bütün yaratıkların Yüce Allah’a kul olduklarını ve bunu lisân-ı hâlleriyle ilan ettiklerini söyleyebiliriz. İradeli-iradesiz bütün müslümanlar Allah’a kul olduklarını bu ifadeyle ortaya koymaktadırlar. Âyetin böyle de bir anlam açılımı içerdiğini söyleyebiliriz.(65)
h) Müslümanlar dua ederlerken ellerini semaya doğru kaldırır ve öyle istekte bulunurlar. Duada elleri kaldırmanın elbette sebepleri vardır. Öncelikle maksat, yüce bir makamdan istekte bulunulduğunu anlamaktır. Daha aşağıdaki birinin makamca yukarıdakinden istekte bulunması bir anlamda acziyetin itirafıdır.
i) Duada elleri kaldırmanın bir başka anlamı da kanaatimizce şudur: Kişi elleriyle yapması gereken her şeyi öncelikle yapmış olmalı, daha sonra dua ve niyazda bulunmalıdır. Görevini yapan ellerle Yüce Allah’a yalvarmak gerekir. Fedakârlık yapmayan elleri semaya kaldırmanın bir anlamı olmasa gerektir. Yüzümüzü görevini yapan ellere çevirmek ve elleri de Yüce Allah’a açmak, duanın mantığını ortaya koymada çok anlamlıdır. Yüzümüz kızarmadan bakabileceğimiz fedakârlık yapan ellerimiz, ellerimize yönlendireceğimiz yüzümüz ve bu ikisiyle birlikte Yüce Allah’a çevireceğimiz yüreğimiz ve benliğimiz olmalıdır. Eğer “dualarımız niçin kabul edilmiyor?” diye sorarsak, sebebini görevimizi gereği gibi yapmamakta arayabiliriz.
ıı. Müslümanın Kimliği Nasıl Olmalıdır?
Fâtiha sûresinin 5. âyeti, aslında bir Müslüman portresi çizmekte, Müslümanın kafa karışıklığına sahip olamayacağı gerçeğini ortaya koymaktadır.
Müslüman, neye, niçin inandığını, kim için ve ne uğruna yaşaması gerektiğini, kimden ve neyin karşılığında yardım talebinde bulunacağını bilendir. Ayrıca istenen şekilde bir duruş ortaya koymanın asgari gereklerinin nelerden oluştuğunun da farkında olandır.
Müslüman, Ra‘d 13/14’te de ifade edildiği gibi, Yüce Allah’tan başkasından yardım istemenin aslında boşa kürek çekmekten başka bir şey olmadığını anlayan insandır.
Müslüman, günlük namazlarının her rekâtında tekrarladığı bu “emre âmâde oluş” ilânını, anlamını bilmeden, sadece bir lafız seslendirmesinden ibaret saymayan kişidir.
Müslüman, verdiği tevhid sözünün arkasında gereği gibi duran ve davranışlarıyla bu itirafının sahibi olduğunu gösteren sözünün eri insandır.
Müslüman, namazlarındaki bu cümleyi dünü için, dünü temizlemek veya dünkü hatayı silmek için söylemekle yetinemez. Dahası, -belki de bu esnada yapacağı yeni hataların planını yapan- insan olamaz. Bu nedenle Müslüman yarınları için dik duruş ortaya koyan insandır.
Müslüman, namazındaki esas duruşu ve gönülden gelip diline döktüğü tevhid ilânını, yaşadığı ânı ve geleceği bilinçli yaşama kararlılığını gösteren insandır.
Müslüman, bu âyeti söyleyerek, aslında “ya Rabbi, beni yaratma gerekçenin farkındayım, buradayım ve emrine amadeyim” diyerek, bir sonraki namazına kadar Yüce Allah’ın gazabını gerektirecek hatalar yapmama sözünü veren kişidir.
Müslüman, tevhid ilânının arkasında durarak, namazlarını, öncenin muhasebesi ve yeni görev talimatları almanın vesilesi sayan insandır.
Müslüman, tevhidi varlığın esası kabul edip, Tek olan için, O’nun adına ve O’nun rızasını kazanma duygusuyla fedakârlık yapmayı canına minnet sayan kişidir.
Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların, dolayısıyla bütün insanların, hatta canlı-cansız diğer varlıkların güven duyduğu yiğittir.
Müslüman, bu güvenin kaynağında Yüce Allah’ın olduğunu bilen ve bunu ilân eden mertlik ve yiğitlik abidesidir.
Müslüman, “mümin olma bilinciyle inanılması gereken değerlerin bütününe inanan, inandığı değerlere güvenen, kendisini güvende hisseden ve çevresine de güven veren insan”dır.
Müslüman, hayatının kaynağını Yüce Allah’ta, istikametini vahiyde ve örnekliğini de Hz. Peygamber’in önderliğinde görüp, bu doğrultuda yaşayan fedakâr, duyarlı, mert ve istikamet sahibi kişidir.
Hâsıl-ı kelâm, Müslüman, Kur’ân’ın inşa ettiği “adam gibi adam”dır; ideal kulluk hedefini yakalayabilmek için elinden gelen her bir fedakârlığı çekinmeden, yüksünmeden, ertelemeden, ötelemeden, başkasına ihale ve fatura etmeden yüreğini ilgili konulara bağlayan yiğittir.
c) Üçüncü Konu: “Hidâyet İçin Dua”
Sûrenin üçüncü konusu ise son iki âyette ele alınan “dua”dır. Yüce Allah O’ndan nasıl bir yol istemesi gerektiğini insanlara öğretmektedir. Bu âyetlerde sırât-ı müstakîm denilen “doğru yol”, ayrıca “nimet verilenler”, “gazap edilenler” ve “şaşkınlığı tercih edenler” şeklindeki konular gündeme getirilmektedir.
ı. Sırât-ı Müstakîme Hidayet İsteği
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ “Bizi doğru yola ulaştır!”
Âyettekiاِهْدِنَا ihdinâ duası “bize (yol) göster, bize rehberlik yap, bizi ulaştır”; الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ es-sırâta’l-müstakîme tamlaması ise “doğru yolu, doğru yola” demektir.
Burada bir kulun yaratılış gayesini gerçekleştirmek üzere Yüce Allah’tan ne istemesi gerektiği gündeme getirilmektedir.
Hidayet, bir insanın hayat yolculuğunda hangi yolu takip etmesi gerektiğini ona öğreten bir fıtrat düzenlemesidir. Kişinin hidayetini ona öğretecek olan kudret kişiyi de hidayeti de yaratan Yüce Allah’tır. Bu nedenle insanlar hidayet denen değeri Yüce Allah’tan istemelidir. Gerek hidayetin gösterilmesi, tanıtılması gerekse hidayete erdirilmek için müracaat edilecek makam Yüce Allah’tır. İşte Fâtiha suresinin üçüncü ana konusunda ele alınmakta olan nokta budur.
Bu yaklaşımımızdan da anlaşılacağı üzere, Fâtiha’nın son iki âyeti şöyle de tercüme edilebilir: “Bize dosdoğru yolu, kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu göster; gazaba uğratılmışların ve sapmışların yolunu değil.” Bu ayetler “Bizi doğru yolda; kendilerine nimet verdiklerinin yolunda sabit kıl ki onlar, senin gazabına yol açacak amellerde bulunmayan ve doğru yoldan sapmayanlardır” şeklinde de tercüme edilebilir.
Âyetin başındaki اِهْد ihdi emir kalıbı ve dolayısıyla bu kökten gelen kelimeler, Kur’ân’da değişik anlamlarda kullanılmaktadır.(66) Farklı yorumlar yapılması nedeniyle yanlış anlaşılmaların yaşandığı “hidayet” kavramı hakkında detaylı bilgiler vermek istiyoruz.
- Hidâyet Kavramı
Hidâyet meselesinin ele alındığı yerlerde pek çok soru sorulmaktadır. Şöyle ki: Hidâyet nedir? Hidâyete kim erdirilir? Yüce Allah istediğine mi, yoksa isteyene mi hidâyet eder? Neden tercih söz konusudur? Niçin insanlar hep aynı şekilde yaratılmamıştır? Hangi sebeple dünyada ve âhirette aynı sonuçlar yaşanmamaktadır? Yüce Allah’ın bu anlamda gücü neyi ifade eder? İnsanda akıl, irade, fıtrat ve vicdanın yaratılış amacı ve sınırları nelerdir? Sorumluluğun anlamı, alanı ve insana yüklediği aklî duruş ve davranışa dayalı pratikler nelerden oluşmaktadır? Bu ve benzer sorulara çeşitli açılardan cevap vermemiz mümkündür. Bu nedenle konuyu açmak istiyoruz.
1. Hidâyet Kelimesinin Anlamı ve Kullanımı
Kur’ân’da 316 yerde zikredilen h-d-y kökünden gelen kelimelerden birisi olan hidâyet kelimesi, “yol göstermek, eriştirmek, rehberlik yapmak” gibi anlamlara gelmektedir. Hidâyet, “mahlükatın yaratılış amacına uygun bir şekilde programlanması ve varlıklarını o programa uygun olarak sürdürmesi” demektir.
a) Mahlûkatın Yaratılış Amacı
A‘lâ 87/2-3’te birlikte kullanıldığı sevvâ yani “tesviye”nin bir adım ilerisi olarak düşünülürse, hidâyet “bir varlığın hangi şey için yaratılmışsa ona uygun bir donanıma sahip kılınıp ilgili şeye veya hedefe yönlendirilmesi” olarak kabul edilmelidir. Tâhâ 20/49-50’de şöyle bir diyalog yer almaktadır: “(Firavun) ‘Ey Musa! Rabbiniz de kimmiş?’ demişti. (Musa da) ‘Bizim Rabbimiz her şeye yaratılışını veren sonra da (yaratılışa uygun) yol gösterendir.’ cevabını vermişti.”
Meselâ rüzgârın hidayeti, esmesi veya bulut yoğurması vs.’dir; suyun ve yağmurun hidayeti, akması, yağması vs.’dir; Güneş’inki ışık ve ısı vermesi vs.’dir; Ay’ınki Güneş’i takip etmesi ve insanların hesaplarına kaynak oluşu vs.’dir. Toprağın hidayeti, içindekileri örtmesi, bitki bitirmesi vs.’dir; hayvanın hidâyeti, otlaması ve insanın hizmetine sunulması vs.’dir.
Yüce Allah’ın yaratmasında herhangi bir uygunsuzluk, boşunalık, oyun, eğlence ve abes olmadığı gibi amaçsızlık da kesinlikle yoktur. İlâhî sistem, anlam ve amaç üstüne programlanmıştır. İşte, hidayet etmek “yaratılış hedefini göstermek” demektir. Her mahlûkun bir yaratılış sebebi vardır. Canlı-cansız çevremizde görebildiğimiz veya göremediğimiz, bildiğimiz ya da bilemediğimiz ne kadar mahlûk varsa hepsinin mutlak surette bir yaratılış amacı vardır ve herhangi bir anlamsızlık kesinlikle söz konusu değildir.(67)
Âl-i İmrân 3/191’de şöyle buyrulmaktadır: “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerineyken (her zaman) Allah’ı hatırlarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler (ve şöyle derler:) “Rabbimiz! Sen bunu batıl olarak (boş yere) yaratmadın. Sen yücesin. Bizi cehennem azabından koru!” Yüce Allah sağduyu sahiplerinin dile getirdiği bu beyanı bizlere de örnek olsun diye hatırlatmaktadır.
Bizler de evrenin yaratılışı hakkında kafa yormalı, araştırma merkezleri açmalı, beyin seferberliği başlatmalı, evrende yaratılmış her ne varsa imkânlar ölçüsünde hepsinin bizim için birer ev ödevi olduğu bilincine vararak A‘râf 7/185’te belirtildiği gibi yaratılmış her bir şeyi ibret nazarıyla incelemeye çalışmalıyız. İmkânlar ne kadar elveriyorsa işte onu yapmalı ve sonuçta Yüce Allah’ın bütün bunları بَاطِلًا bâtılen yani boşuna, anlamsız ve amaçsız bir şekilde yaratmadığını söylemeliyiz.
Yüce Allah hayatın var ediliş gayesi bağlamında öncelikle “yaratılışın boşuna olmadığını ve mutlak surette bir anlam ve amacının bulunduğunu” belirtmektedir. En‘âm 6/73, Yûnus 10/5, İbrâhim 14/19, Hicr 15/85, Nahl 16/3, ‘Ankebût 29/44, Rûm 30/8, Zümer 39/5, Dühân 44/39, Câsiye 45/5 ve Ahkâf 46/3’e göre “gökler, yeryüzü ve bütün varlıklar, ancak ve ancak bir anlam ve amaç için yaratılmıştır.” Dahası, Enbiyâ’ 21/16 ve Dühân 44/38’de “göklerin, yerin ve ikisi arasındaki hiçbir şeyin oyun olsun diye yaratılmadığı”, Mü’minûn 23/115’te “yaratılışta herhangi bir abesin olmadığı”, Kıyâmet 75/36’da ise “insanların dünyada da mahşerde de başıboşluğa terkedilmeyeceği” belirtilmektedir.
Tûr 52/35’te “Yüce Allah’ın inkârcıları anlamsız ve amaçsız yaratmadığı bildirilmekte, genel olarak da hayatın anlam ve amaçtan yoksun olmadığı” özellikle vurgulanmaktadır. Demek ki, bütün mahlûkatın elbette bir yaratılış amacı vardır. İradeli-iradesiz her yaratık, büyük düzenin birer parçası olarak, varlıklar âleminde görev yapmaktadır. Bu varlıkları ve yaratılış gayelerini insanların bilmek istememesi ve buna uygun davranmaması ise sonucu asla değiştirmez.
b) İnsanın Yaratılış Amacı
Mahlûkatın yaratılış amacı olsun da insanın olmasın mı? Elbette vardır. İnsanın hidayeti, adına “fıtrat ve vicdan” denen ilâhî programa uygun olarak tevhid dairesinde Yüce Allah’a kul olmasıdır.
Yaratılışın amaçları, yani hayatın ve ölümün var ediliş gayesi yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de beyan edildiği üzere insanın imtihan edilmesidir.(68) Bu arada yaratılışın gayesi “sadece Allah’a kulluk etmek”,(69) “Allah’a duada, niyazda bulunmak”,(70) “Allah’a şükretmek”(71) ve “ilâhî merhametin, rahmetin tecellilerine muhatap olmak”tır da.(72) Kimlerin ne ile imtihan edileceği konusundaki temel öğreti de Mâide 5/48, En‘âm 6/165 ve Talâk 65/7’de “insanlara verilen şeylerle” şeklinde belirlenmektedir.
İnsanoğlu abes olsun diye yaratılmamıştır(73) ve dünyada başıboş bırakılmadığı gibi âhirette de başıboşluğa terk edilmeyecektir.(74) Üstelik insanoğlu sadece “inandım” demekle de salıverilmeyecektir; önceki milletler gibi mutlaka çeşitli sınavlara tâbi tutulacaktır.(75) İmanda, ahlâkta ve davranışlarda yanlış, bozuk, eksik ve çirkin olan her şey, yerini doğru, sağlam, tastamam ve iyi olana terk edinceye kadar bu değişim devam ettirilecektir.(76)
Yukarıda belirttiğimiz üzere, insanın yaratılış gayesinin “imtihan edilmek” olduğu Kur’ân’da açık ifadelerle dile getirilmektedir.(77) Yaratılışın temel amacı ifade edilmek üzere Zâriyât 51/56’da şöyle buyrulmaktadır: “Ben cinleri ve insanları sadece ve sadece Bana kulluk etsinler diye yarattım.”(78) Bu âyetin verdiği anlam ile konuyla ilgili diğer âyetlerin mesajları arasında paralellikler vardır. Anlaşılan o ki, yaratılışın amacı “Yüce Allah’a kulluk etmek” ve “imtihan”dır. Buna göre imtihan “sebep”, yaratmak ise “sonuç”tur.
A‘lâ 87/2-3’te de belirtildiği gibi bütün yaratılmışların mutlak surette bir yaratılış amacı vardır. İşte Kur’ân, bu amaca “onların hidayeti” demektedir. Hz. Musa’ya ve Hz. Harun’a Firavun’un yönelttiği, “Sizin Rabbiniz de kimmiş!” alaycı sorusuna, Hz. Musa şu cevabı vermiştir: “Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren ve onu yaratılış amacına uygun yönlendirendir.”(79) İşte buradaki hidâyet kelimesi, tüm varlıkları çepeçevre kuşatan ve hepsinin bir yaratılış amacının bulunduğunu ortaya koyan bir anlam vermektedir.
2. Hidâyet Eden Kimdir?
Kur’ân’da yol göstericinin, yani hidayet edicinin sadece Yüce Allah olduğu beyan edilmektedir. Ancak bazı âyetlerde h-d-y kökünden kelimeler incelendiğinde, hidâyet etmenin farklı anlamlarda, farklı varlıklara nispet edildiği de görülmektedir.
a) Hidayetin Yüce Allah dışındaki varlıklara nispetini, bu nispette kavramın aldığı anlamları ve muhataplarını şöyle özetleyebiliriz:
ı. Hidâyet, “rehberlik etmek, yol göstermek” anlamlarında genelde “bütün peygamberlere”,(80) özelde “Hz. İbrâhim’e”,(81) “Hz. Dâvûd’a”,(82) “Hz. Musa’ya”(83) ve “Hz. Muhammed’e”;(84) ayrıca “İsrailoğulları’ndan mümin bir kişiye”,(85) yine “İsrailoğulları’ndan mümin bir topluluğa”,(86) “onların önderlerine”,(87) “iyi insanlardan oluşan topluluğa”,(88) “her kavmin davet edicisine”(89) ve nihayet “çeşitli ibretlik olaylara”(90) nispet edilmekte, bu arada söyleyeni itibariyle yalancı biri olan Firavun’a(91) da bu fiilin nispet edildiği bilinmektedir.
Bütün bu âyetlerde sözü edilen rehberlikte, hidayetin esasları rehberlik edenler tarafından belirlenmemekte, sadece Yüce Allah’ın öğrettiği prensipler insanlara ulaştırılmaktadır. Bu arada olumsuz içerikte olmak üzere Yüce Allah dilemezse hidayetin mutlak anlamda gerçekleşmeyeceğiyle ilgili beyanlar da Kur’ân’da yer almaktadır.(92)
ıı. Hidâyet “konu hakkında bilgi vermek” anlamında “vahye, yani Kitâb’a/Tevrat’a(93) ve Kur’ân’a”(94) da nispet edilmektedir. Burada konu öncekiyle aynıdır ve hidâyete dair Yüce Allah’ın verdiği bilgiler söz konusudur.
ııı. Hidâyet etmek “sebep olmak” anlamında Şeytan’la(95) da ilişkilendirilmektedir. Şüphesiz ki bu durum, muhatapların yoldan çıkmasına neden olmak şeklinde, hidâyetin terim anlamına zıt bir mana oluşturmaktadır.
b) Bu örnekler dışında kalan pek çok âyette hidâyet etmek fiili, bütünüyle Yüce Allah’a ait olarak kullanılmaktadır. Şimdi örnek olarak bu konudaki birtakım âyetleri inceleyelim.
ı. Beled 90/10: “Ona açık açık iki yolu da gösterdik.” “Göstermek, iletmek, hidayet etmek” anlamlarına gelen hedeynâ fiili, meâlini verdiğimiz bu âyette en-necdeyn kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır. “Yükseklik, yücelik” anlamına gelen en-necd kelimesinin tesniyesi olan en-necdeyn, “yüksek iki tümsek yer, iki gaye, iki yol” anlamlarına gelmektedir. Bunun “hayır ve şer yolu”, “iyilik ve kötülük”, “doğru ve yanlış”, “hak ve bâtıl”, “karanlık ve aydınlık” gibi farklı ve birbirine zıt iki şeyi ifade ettiğini söylemek mümkündür.
Fıtrat yapısına uygun olan her şey insana verilmiş, peşinden ona sorumluluk yüklenmiştir; çünkü liman olmadan gemi, pist olmadan uçak anlamsızdır. Yüce Allah insana, sorumluluğunu yerine getirebilsin diye, ihtiyaçlarını karşılama yeteneği vermiş, sonunda ona iki tane de yol göstermiştir. İnsân sûresi 3. âyette hidayete konu edilen şey es-sebîl, yani “o /bilinen) yol”, Beled 90/10’da ise en-necdeyn yani “iki yol” olarak yer almaktadır. Beled sûresindeki iki yoldan biri, İnsân 76/3’teki “hakikat yolu”dur.
ıı. Leyl 92/12: “Doğru yolu göstermek sadece Bize aittir.” Âyete “Bize düşen, doğru yolu göstermektir” şeklinde de anlam verilebilir. Bu âyet, Nahl 16/9’da belirtilen “Yolun doğrusunu göstermek sadece Allah’a aittir” ifadesiyle örtüşmektedir. Burada anlatılmak istenen husus, doğruyu ve doğru yolu gösterenin Yüce Allah olduğunu vurgulamaktır. Üstelik âyette bir de takdim-te’hîr metoduyla elde edilen ve hasr/kasr denen “vurgulu” ifade tercih edilmekte ve Yüce Allah’ın dışında hiçbir varlığın doğru yolu gösteremeyeceğine dikkat çekilmektedir.
Doğru yol, sınırlarını ve esaslarını Yüce Allah’ın belirlediği yoldur. İnsanları hakikate götüren yolu göstermek, hakkı ve doğruyu ortaya koymak, peygamberler göndermek, kitap indirmek ve deliller ileri sürmek elbette sadece Yüce Allah’a ait birer hakikattir.(96)
Yüce Allah, hidayete erdirme alanına başkalarını sokmamakta, insanların hidayete erdirilmesinde peygamberleri bile devre dışı bırakmaktadır. Şûrâ 42/52’de belirtildiği gibi, bir peygamber sadece doğru yolu gösterir, yani göklerin ve yerin sahibi olan kudretin yolunu gösterir; hidayete erdirme işlemine karışamaz. Sebe’ 34/50’de geçtiği gibi hidayet vahiy sayesinde elde edilir ve En‘âm 6/161 gibi âyetlerde belirtildiği gibi hidayet eden kudret de sadece Yüce Allah’tır.
3. Kimlere Hidâyet Edilir, Kimlere Edilmez?
Kur’ân’da hidayetin kimlere verileceği ve kimlerin hidayetten yararlanamayacağı, kendilerine hidayet verilmeyeceği ciddi bir konudur. Bu bağlamda öncelikle kimlere hidayet edileceği konusunu ele alacağız.
a) Kimlere Hidâyet Edilir?
Yüce Allah, Fâtiha sûresinin 6. âyetinde bize “Kendisinden hidayet istememizi ve bunun dua şeklini” öğretmektedir. Yûnus 10/25 ve benzer âyetlerde de dile getirildiği üzere, insanlar kendi iradeleriyle hidayet isteyecekler ki Yüce Allah da yaratsın. İsteyen insandır; ancak hidayeti verecek ve yaratacak olan yine elbette Yüce Allah’tır. Kehf 18/29, Teğâbün 64/2 ve İnsân 76/3 gibi pek çok âyette insanın irade hürriyetine dikkat çekilmekte ve verdiği kararın sonucuna katlanması gerektiği beyan edilmek istenmektedir.
ı. Fâtiha sûresinin 6-7. âyetlerinde yapmamız istenen dua, sırât-ı müstakîm denen dosdoğru yolla, yani Yüce Allah’ın nimetlendirdiği insanların yoluyla buluşturulmaktır. Hidayet isteyenin hidayetle buluşturulması, Yüce Allah’ın insan iradesine verdiği önemli bir ayrıcalıktır. Burada en önemli nokta, insanın bu isteğini kime veya hangi makama yönlendireceğidir. Bilinmelidir ki, asıl ve doğru rehberlik Yüce Allah’tan gelendir.(97) Başkalarından hidayet beklemek sadece aldanmaktır. Fâtiha’nın söz konusu âyetleri insanı bu anlamda bilinçlendirmektedir. Bu doğrultuda Yüce Allah’a yönlendirilecek en önemli istek hidayet olmalıdır ve bu durum her namazın her rekâtında insan bilinciyle buluşturulmak istenmektedir.
ıı. Yüce Allah’ın insan hayatına bir anlamda müdahalesi demek olan peygamberlik kurumu, ilk insan neslinden itibaren başlatılmış ve son ümmetin peygamberi olan Hz. Muhammed’in gönderilmesiyle tamamlanmıştır. Kur’ân’ın ifadesiyle “Allah’a ibadet edin, şeytandan kaçının” diye her ümmete mutlak surette bir peygamber gönderilmiş,(98) her kavmin bir hidayete çağırıcısı var edilmiş(99) ve her ümmetin bir peygamberinin olması sağlanmıştır.(100) İşte bu son ümmetin de peygamberi Hz. Muhammed, hidayet kitabı ise Kur’ân-ı Kerîm olarak belirlenmiştir.
ııı. Kur’ân’da hidayetin isteyene verileceği beyan edilmekte, bunun şansa bırakılacak veya tamamen ilâhî kadere terk edilecek herhangi bir yönünden de söz edilmemektedir. Yüce Allah isteyene hidayet verir; isteyeni de sapıklıkta terk eder;(101) dileyenleri hidayet ederek dosdoğru yola iletir.(102) Hz. Peygamber bile sevdiğine hidayet edemez; Yüce Allah isteyene yani layık gördüğüne hidayet verir.(103) Hz. Peygamber’in yapabileceği şey, Yüce Allah’ın yolunu göstermek ve ona davet etmektir.(104) İman edene(105) ve Hakk’a yönelen kişiye hidayet edilir.(106) Çünkü hidayet bir isteğin sonucudur.(107)
ıv. Kur’ân’da kimlere hidayet edileceğiyle ilgili çeşitli âyetler yer almaktadır. Konuyla ilgili olarak bazı âyetleri hatırlatmak gerekmektedir:
Mâide 5/16: “Allah, rızasına tâbi olanı (yani rızasını arayanı) onunla (Kur’ân ile) kurtuluş yollarına eriştirir; onları buyruğu gereği karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları dosdoğru bir yola iletir.”
Yûnus 10/25: “Allah dâr-ı selâma davet eder ve dileyen (herkesi) dosdoğru yola iletir.”
Ra‘d 13/27: “De ki Allah dileyeni saptırır (sapkınlıkta bırakır); kendisine yönelene de hidayet eder.”
İbrâhim 14/4: “(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah dileyeni saptırır, dileyeni de doğru yola iletir. (Çünkü) O, güç ve hikmet sahibidir.”
Nahl 16/93: “Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O, dileyeni saptırır; dileyeni de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız.”
Tâhâ 20/82: “Muhakkak ki Ben, (Hakk’a) yönelen, inanıp salih amel işleyen (yararlı iş yapan), sonra da doğru yolda giden kimseyi çok bağışlayıcıyım.”
Hacc 22/16: “İşte böylece âyetlerimizi apaçık bir şekilde indirdik. Allah isteyene hidayet eder.”
Hacc 22/54: “Bir de, kendilerine ilim verilenler, onun (Kur’ân’ın) hakikaten Rabbin tarafından gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de ona inansınlar, bu sayede kalpleri huzura ve tatmine kavuşsun. Muhakkak ki Allah, iman edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir.”
Fâtır 35/8: “Davranışının kötülüğü kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse (imanlı kişiyle bir olur mu)? Allah, dileyeni şaşkınlıkta bırakır, dileyeni de doğru yola iletir. O halde (ey Peygamber), onlar için üzülerek kendini helak etme. Allah, onların yaptıklarını bilendir.”
Şûrâ 42/13: “Allah dilediğini (peygamber olarak) kendisine seçer; kendisine yönelene (yani adım atana) da hidayet eder.”
Teğâbun 64/11: “Her kim Allah’a iman ederse (Allah) onun kalbine hidayet eder.”
Müddessir 74/31: “Allah bu misalle ne demek istemiştir ki? desinler (diye). İşte Allah böylece, dileyeni sapıklıkta bırakır; dileyeni de doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını/güçlerini kendisinden başka hiç kimse bilemez. Bu ise, insanlık için sadece (gerçeği) hatırlatan (bir öğüt)tür.”
İşte bu âyetlerde de açıkça görüleceği gibi, hidayette öncelikle kulun istemesi önemlidir. Samimiyetle ve doğru bir şey isteyen kullara yani “layık gördüklerine” Yüce Allah hidayet edeceğini beyan etmektedir.
Kimlere hidayet edileceğiyle ilgili son derece önemli olan bir başka mesaj Zümer 39/17-18’de şu şekildedir: “Tâğut’a kulluk etmekten kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. (Bu) kullarımı müjdele. İşte onlar, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de işte sadece onlardır.”
Bu ifadelerden anlaşıyor ki Hacc 22/54 ve Teğâbun 64/11 gibi pek çok âyette de beyan edildiği gibi hidayet bir hak edişin sonucudur. Tâhâ 20/82’de de dikkat şekilen husus budur. Yiğit kullar tâğût denen şeytani güçlerden kaçınmadan, Allah’a yönelmeden, her sözü dinleyip en güzeline tâbi olmadan hidayetin gelmeyeceğini bilirler ki bu durum son derece açık bir gerçek olarak zikredilmektedir.
“Yüce Allah’ın gücünün yetmesi” anlamında insanı hidayete erdirmek veya sapıklığa düşürmek elbette O’nun için son derece kolay bir iştir. Çeşitli âyetlerde mutlak anlamda Yüce Allah’ın kudretinin her şeye yeteceği, dilerse herkesi hidayete erdirebileceği beyan edilmektedir.(108) A‘râf 7/155’te Hz. Musa’nın sözünde yer alan “Dilediğini saptırabilir, dilediğine ise hidayet edebilirsin” ifade de Yüce Allah’ın mutlak güç sahibi olduğunu beyana yönelik anlaşılmalıdır. Ancak kulun hiçbir irade ve tercihi olmaksızın Yüce Allah’ın istediğine hidayet edip istediğini saptırması durumunda, hayatın bir imtihan alanı oluşu anlamını kaybedecektir.
Yüce Allah’ın dileyene hidayet etmesi, hidayete erdirmeye gücünün yetmemesinden değil, hayatı bir imtihan alanı olarak belirlemesinden kaynaklanmaktadır. Zaten dileyen varlık insan olunca, hidayete erdiren ve hidâyet isteğini onaylayan makam yine ve sadece Yüce Allah’tır. İsteyen insandır, hepsi o kadar. İnsan, imtihan konusu olarak bir şey isteyince Yüce Allah onun isteğini karşılıksız bırakmamaktadır.
b) Kimler Sapıklıkta Bırakılır ve Kimlere Hidâyet Edilmez?
Daha önce de belirttiğimiz üzere, Kur’ân’da hidayetin isteyene verileceği beyan edilmekte, bunun şansa bırakılacak herhangi bir yönünden söz edilmemektedir. Yüce Allah isteyene hidayet verir; isteyeni de sapıklıkta bırakır.(109) Buna karşılık Yüce Allah’ın özel anlamda kimlere hidayet etmeyeceği, kimleri sapıklıkta terk edeceği de önemli bir konudur.
Konuyla ilgili olarak Bakara 2/26’da beyan edildiği gibi “fasıklardan başkasını saptırmayacağı”,
İbrâhim 14/24’de geçtiği üzere “zalimleri sapkınlıkta bırakacağı”,
Mü’min 40/34’te yer aldığı gibi “şüpheci müsrifleri sapkınlıkta terk edeceği”,
Mü’min 40/74’te ise “kâfirleri sapkınlıkta bırakacağı” ifade edilmektedir.
Ayrıca pek çok âyette zikredildiği üzere “zalimlere, fasıklara ve kâfirlere” hidayet etmeyeceği,(110) “yalancı müsriflere”(111) ve “nankör yalancılara”(112) rehberlik etmeyeceği açıkça zikredilmektedir. Sonuçta hidayet bir isteğin sonucudur.(113) İnsanoğlu irade özgürlüğüne sahip kılındığı için, isteği doğrultusunda dilerse istikamet sahibi olmaktan yana tercih koyar; dilerse şeytandan yana tavır koyar ve sonucuna da katlanır.
Konuyu özetlemesi bakımından Nahl 16/104’teki mesajı aktarmak yeterli olacaktır: “Allah’ın âyetlerine inanmayanlar (var ya işte) onlara Allah hidayet etmez; onlar için elem verici bir azap vardır.”
İnsanların sorumluluklarını başkalarına atma girişimlerini reddetmesi bakımından Zümer 39/59’u hatırlamakta yarar vardır: “Hayır (bunlar geçerli değil)! Âyetlerim sana gelmişti de sen onları yalanlamıştın, büyüklük taslamıştın ve inkârcılardan olmuştun.”
Bu genel bakışın yanında bu noktada yanlış anlaşılmaması için En‘âm 6/39’daki bilgileri de doğru yorumlamamız gerekmektedir. Âyette şöyle buyrulmaktadır: “Âyetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse onu şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola iletir.” İşte bu âyetin mesajını, yukarıda naklettiğimiz âyetler ışığında anlamak durumundayız. Burada “Yüce Allah’ın dilediğini saptırması” ifadesi isteyen ve hak eden insanların bu durumlarını Yüce Allah’ın onaylaması demektir. Zira Yüce Allah, hak etmediği sürece kimseyi dalalete atmaz ve orada bırakmaz. Zaten âyetin ilk cümlesinde Yüce Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve karanlıklar içindeki sağırlar ve dilsizlerden söz edildikten sonra bu cümleye yer verilmektedir. Anlaşılıyor ki Yüce Allah’ın burada sapkınlığına onay verdiği kişiler zaten O’nun âyetlerini yalanlayan inkârcılardır.
Yüce Allah’ın dilediğini “dosdoğru yol”a iletmesi de aynı şekilde düşünülmeli ve hak eden, kendileri akıllarını ve iradelerini kullanarak sırât-ı müstakîm denen “dosdoğru yol”u benimseyenler bu hak edişlerinin karşılığında o yola eriştirilecek ve orada kalacaklardır. Hem dalalette bırakma hem de hidayete erdirmede Yüce Allah’ın kararı “sonuç”tur; bunun “sebeb”i ise kulun iradesidir. Bu izaha göre, Yüce Allah’ın dilediğini hidayete erdirmeye gücünün yetmeyeceği gibi bir düşünce kesinlikle akla gelmemelidir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Âl-i İmrân 3/26, En‘âm 6/35, 125, 149, Yûnus 10/99 ve Hûd 11/118 gibi âyetlerde bu konuda açık bilgiler yer almaktadır. O’nun gücünün ve kudretinin yetmediği bir alan olamaz; ancak insan hayatı akıl ve iradesiyle imtihana bağlandığı için onun ödüle veya cezaya muhatap kılınması iradesiyle tercih ettiği yola bağlanmıştır.
Kehf 18/29, Teğâbun 64/2, İnsân 76/3 ve benzer âyetlerde de belirtildiği gibi, insanoğlu dilerse şükredici mümin olur; dilerse küfredici nankör olur. Yüce Allah’ın dilemesiyle her şeyi yapabilmesine karşılık, hidayet ve sapkınlık konusunu kulun iradesiyle ilişkilendirmesi, imtihan gereği kulun iradesine değer vermesindendir. Kul eğer dünyada mümin olursa mahşerde ödüle ve cennete, küfrü tercih eder de nankörce yaşarsa azaba, cehenneme muhatap kılınır.
4. Hidâyet Üzere Kalmak
Hidayeti, doğru yolu ve hakkı istemek elbette çok önemlidir; ancak en az bunun kadar önemli olanı, hidayet üzere kalmak ve hidayette istikametten şaşmamaktır. Şeytan, daha ziyade istikamet üzere olanlarla uğraşmak ve onları hakikat yolundan saptırmak ister. Bu nedenle, özellikle şeytandan gelecek vesveselere karşı Yüce Allah’a sığınmaları peygamberlerden ve dolayısıyla da bütün müminlerden istenmektedir.(114)
Bakara 2/2’de Kur’ân’ın muttakîler için bir hidayet/rehber olduğundan söz edilmektedir. Muttakîler, “takvâ sahipleri, duyarlı insanlar, sorumluluğunu bilenler, donanımlı olanlar, sorumluluğu gereği günahtan ve azaptan korunmaya çalışanlar” olarak tanımlanabilir. Bu durumda akla “zaten muttakî olanların hidayete veya rehbere ne ihtiyacı vardır ki?” şeklinde bir soru gelebilir. Bunun cevabı “insanın takvâ sahibi olarak kalmasını sağlamak” şeklinde verilmelidir. Yüce Allah “iman edenlerin ve doğru yolda olanların hidayetini arttıracağını”(115) beyan ederek, hidayet üzere olanların, yani muttakî olan her insanın Kur’ân’ın rehberliğine muhtaç olduğunu bildirmektedir.
Buradan hareketle, hiç kimse “ben yeterince olgunlaştım, benim herhangi bir şeye ihtiyacım yoktur” dememelidir. Spor diliyle söylersek, şampiyon olmak için çok çalışmak gerekir; ancak şampiyon kalmak ve onu korumak için çalışmaya devam etmek, hatta çok daha fazla çalışmak gerekir. Başarılı olmak önemlidir; ancak başarılı kalmak daha önemlidir.
5. Hidâyetin ve Dalâletin Sonuçları
Buraya kadar hidâyet ve dalâletle ilgili çeşitli açıklamalarda bulunmaya çalıştık. Şimdi ise hidâyet ve dalâletin devam etmesi durumunda nelerin olacağıyla ilgili kısa bazı bilgiler vermek istiyoruz. Bu bağlamda bazı âyetleri hatırlatmakta yarar vardır.
a) A‘râf 7/178: “Allah kimi hidâyete erdirirse işte o doğru yola ulaşmıştır. Kimleri de saptırırsa, işte asıl ziyana uğrayanlar onlardır.”
b) İsrâ’ 17/97: “Allah’ın hidâyet verdiği kişi doğru yola eriştirilmiştir (yani hidayet isteğini Allah’ın onayladığı kişi doğru yoldadır); şaşkınlığını onayladıkları için ise Allah’tan başka (kendilerini savunacak) dostlar bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır olarak yüzüstü bir araya toplayacağız. Onların varacağı ve kalacağı yer, ateşi her yavaşladıkça alevini arttıracağımız cehennemdir.”
c) Kehf 18/17: “Allah kime hidâyet ederse, işte o, doğru yola ulaşmıştır; kimi de saptırırsa artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın.”
Bu ve benzer âyetlerde verilen bilgilere göre, hidayet üzere olanlar mühted, mümin, şâkir gibi adlar almaktayken, dalaleti tercih edenler ise kâfir, nankör diye anılmaktadır. Bu âyetlerdeki ifadeler gereği, dalalette olanlar için yol gösterici bir dost olmadığı gibi, zarar ve ziyana dalacakları, ayrıca kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır olacakları ve yüzükoyun cehenneme atılacakları haber verilmektedir.
d) Nahl 16/37’de sapkınlığını onayladığı kişilere Yüce Allah’ın hidayet etmeyeceği ve onların hiçbir yardımcılarının da olmayacağı bildirilmektedir. Nisâ’ 4/88, 143 ve Şûrâ 42/46’da sapkınlığı onaylananlar için artık hiçbir yol kalmadığı ifade edilmekte, A‘râf 7/186, Ra‘d 13/33, Zümer 39/23, 36 ve Mü’min 40/33’te ise onları hiç kimsenin hidayete erdiremeyeceği haber verilmektedir.
Bu ve daha pek çok âyette hidayet ve dalaletle ilgili pek çok detay bilgiler yer almaktadır. Hidayet ve dalalet konusu Kur’ân’ın üzerinde en çok durduğu konulardan birisidir. Hidayet ve dalalet Yüce Allah’tan gelir; yani hidayeti de sapkınlığı da yaratan Allah’tır. Ancak hidayeti de sapkınlığı da isteyip tercih eden insandır. Dolayısıyla Yüce Allah isteyene ve hak eden hidayet eder; istemeyen ve hak etmeyen için de sapkınlık yaratır; onları sapkınlık içerisinde bırakır.
Sanıldığı gibi Allah dilediğine hidayet edip dilediğini de saptırmaz. Buna gücü yetmediğinden değil elbette; sadece insan iradesine verdiği değer nedeniyle onların kararına önem verdiği için. Çünkü bu durumda hayatın da imtihanın da hiçbir anlamı kalmaz. Yüce Allah hidayeti de sakınlığı da hak edene yani layık gördüğüne verir.
Neticede sapkınlığı onaylanmış kişiler için artık defter kapatılır; onların hak yolu bulmaları ise imkânsızlaşır; çünkü Bakara 2/7, 88, Nisâ’ 4/155, En‘âm 6/25, Nahl 16/37, Kehf 18/57, Mü’min 40/35 ve Muhammed 47/16 gibi âyetlerde de beyan edildiği gibi Yüce Allah onların kalplerini mühürlemiş olmaktadır. “Kalplerin mühürlenmesi” konusunu Bakara 2/7’de detaylı bir şekilde ele alacağımız için burada açıklama yapmak istemiyoruz.
Hidayetle ilgili olarak iki hadisi zikrederek konuyu toparlamak istiyoruz. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Allah’ım, senden hidayet, takvâ, iffet ve gönül zenginliği istiyorum.”(116) “Bir kişinin hidayetine vesile olmak büyük bir servete kavuşmaktan daha hayırlıdır.”(117)
- Sırât-ı Müstakîm Kavramı
“Dosdoğru yol” anlamına gelen sırât-ı müstakîm tamlaması Kur’ân’da 33 defa geçmektedir. Her namazın her rekâtında tekrarladığımız Fâtiha 1/6’da sırât-ı müstakîmi istememiz gerektiği öğretilmektedir. Öyleyse bu kavramın neyi karşıladığını Kur’ân’dan öğrenmek durumundayız.
Sırât-ı müstakîm, “dâr-ı selâmdır; yani barış ve esenlik yurdudur; hayat tarzıdır; İslâm’dır, Kur’ân”dır.(118) Bu anlamda Kur’ân, doğruya götüren yegâne yoldur.(119) Onun akvam oluşu, “en doğru oluşu”nu değil, “tek doğru oluşu”nu ifade eder. Başka kaynakların doğru olup olmaması Kur’ân’a uygunluk şartına bağlıdır. Kur’ân’a uygun olan doğrudur; aykırı olan ise yanlıştır; Hz. Peygamber’in öğütlediği anlayış budur.
Sırât-ı müstakîm, “hidayet ve istikamet üzere olmak”tır.(120)
Sırât-ı müstakîm, “dînî esasların, dînî hassasiyetlerin ve hayatı çepeçevre kuşatan prensiplerin bütünü”dür.(121)
Sırât-ı müstakîm, “Yüce Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, hakikati tasdik edenler, hakka şahit olanlar ve özü sözü bir salihlerin yolu”dur.(122)
Sırat-ı müstakîm, “içini Yüce Allah’ın doldurduğu ve sınırlarını O’nun belirlediği sapmaz hakikat yolu”dur.
Sırât-ı müstakîm, “içeriği ilâhî hakikatlerden beslenen, müslümanların takip etmesi istenen ve kapısı cennete açılan dosdoğru yol”dur.
Sırât-ı müstakîm, “Yüce Allah’a ulaştıran tek ve en kestirme yol”dur.
Sırât-ı müstakîm, Yüce Allah’ın yoludur. Bu tamlama bazen Allah için de kullanılmakta, bu yolun belirleyicisi olan Allah Te‘âlâ adeta yoluna kefil olmaktadır.(123) “İşte Rabbinin dosdoğru yolu budur”(124), “İşte benim dosdoğru yolum budur, ona tâbi olun”(125) meâlindeki âyetler bu kavramı Yüce Allah’a nispet etmenin gerekli olduğunun delillerindendir.
Sırât-ı müstakîm, istisnasız olarak “bütün peygamberlerin takip ettiği yol”dur.(126) Esaslarını Yüce Allah belirlediği için bütün peygamberler bu yolun prensiplerini önce kendileri yaşamışlar, sonra da ümmetlerine tebliğ etmişlerdir.
Sırât-ı müstakîm, özelde “Hz. Musa ve Hz. Harun’un”,(127) ardından da “Hz. İsâ’nın” takip ettiği yoldur.(128)
Sırât-ı müstakîm, sonuçta “Hz. Peygamber’in takip ederek ümmetine rehberlik ettiği yol”dur.(129)
Nihayet Hûd 11/56’da Hz. Hûd Yüce Allah hakkında bilgi verirken O’nun da sırât-ı müstakîm üzere olduğunu beyan etmektedir.
Kur’ân’da sırât kelimesi tekil kullanıldığı için Yüce Allah’a giden tek istikametli yolun Kur’ân yolu olduğu bildirilmiş olmaktadır. İsrâ’ 17/9’da dile getirilen “Kur’ân’ın tek doğruya iletici olması”nın anlamı da budur.
Fâtiha 1/6. âyette istememiz gereken bu yolu kimlerin takip ettiği ise bir sonraki âyetin ilk cümlesinde ifade edilmektedir.
ıı. Nimetlendirilenlerin Yolu
صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّآلّ۪ينَ “Nimet verdiklerinin yoluna (ulaştır); gazaba uğratılmışların ve sapkınların yoluna değil!”
Âyetteki صِرَاط sırâta kelimesi “yolu, yoluna”;الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ ellezîne en‘amte ifadesi “nimet verdiğin kişilerin”; عَلَيْهِمْ ‘aleyihm ifadesi “kendilerine”; غَيْرِ الْمَغْضُوبِ ğayri’l-mağdûbi ifadesi “azap, gazap edilmiş kişilerin değil”; عَلَيْهِمْ ‘aleyhim ifadesi “kendilerine”; وَلَا الضَّآلّ۪ينَ ve le’d-dâllîne ifadesi ise “şaşkınlıkta ve sapıklıkta kalanların da değil” demektir.
Burada iletilmek istenen yolun kimlerin yolu olduğuna dair bilgiler gündeme getirilmekte, olumsuz kişilere de gönderme yapılmaktadır.
Acaba sırât-ı müstakîm kimlerin yoludur? İşte bu sorunun cevabı sûrenin son âyetinde dile getirilmektedir.
1.صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ “Nimet verdiklerinin yoluna (ulaştır).” Bu son âyet, bir önceki âyetteki sırât-ı müstakîmin kimlerin yolu olduğunu açıklamaktadır.
Nisâ’ 4/69’da da sayıldığı gibi, Yüce Allah’ın nimet verdiği insanlar şu dört gruptur: en-Nebiyyûne “peygamberler”; es-sıddîkûne “gerçeği onaylayanlar”; eş-şühedâ’ “hakka şahit olanlar” ve es-sâlihûne “inancıyla davranışı bir olanlar, yanlışları düzeltenler.” Aynı âyette Yüce Allah’ın belirttiğine göre, bu dört grup insan “güzel arkadaşlar”dır. Mahşerde azaptan kurtulmak isteyenler dünyada bu grupların son üçü arasında olmaya çalışmalıdırlar. İlk grup, yani peygamberlik kurumu, Hz. Muhammed ile sona erdiği için, dünyada yaşantı olarak geri kalan üçüne katılmak hedef olmalıdır. Bunu başarmanın ödülü mahşerde onlarla arkadaş olmaktır.
Kur’ân Yüce Allah’ın bir nimetidir; ihsanıdır. Kur’ân’a göre vahiy bir nimettir;(130) ruhu canlı ve anlamlı tıutan bir rızıktır.(131) Yüce Allah’ın nimet vermesi vahyi ihsan etmesidir ve bu bir “sonuç”tur; “sebep” ise onu hak etmektir. Nimet, hak edene verilir. Bu nimetle buluşmak isteyenler Kur’ân’a sarılmalı ve onun ilkeleriyle hayatı yaşamalıdırlar. Böylece Yüce Allah’ın ihsanı ve ikramıyla nimetlendirdikleri arasına girerler.
2. غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّآلّ۪ينَ “Gazaba uğratılmışların ve sapkınların yoluna değil!” Bu cümlede iki nitelik üzerinde durulmaktadır:
a) الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ “Kendilerine gazap edilenler” ifadesi, ilk insan neslinden Son Saat’e kadar gelecek olan ve ilâhî gazabı hak eden herkestir; bunların içinde gazaba uğratılmış inkârcı Yahudiler de elbette vardır.
b) الضَّآلّ۪ينَ “Sapkınlıkta kalanlar” ifadesi de benzer şekilde hakka karşı inanç şaşkınlığını tercih eden ve gerçeğin karşısına dikilenlerdir. Şaşmakla kalmayıp şaşırtmaya çalışan ve yoldan çıkmışlıkla nitelendirilen herkestir. Elbette bunların içinde bu özellikteki Hıristiyanlar da vardır. Benzer özelliklerin sahibi olan herkes bu hitabın muhatabıdır.
Nisâ’ 4/69’da sayılan dört grup, hakkı, istikameti ve doğruyu temsil etmektedir; geride kalan “gazaba uğratılmışlar ve sapıklıkta kalanlar” ise kaybeden herkesi içermektedir. Bunları sadece bazı Yahudiler ve Hıristiyanlar olarak yorumlamak, âyetin evrensel mesajını daraltmaya neden olur. Sûrenin indirildiği dönemde Mekke’de Hz. Peygamber’i rahatsız edenler arasında Yahudiler ve Hıristiyanlar yoktu ki öncelikle ve özellikle onlarla ilgili bu bilgiler gelsin.
Yüce Allah bu âyette isim vermemekte, nitelikler üzerinde durup “şahısları” değil, onların “yolunu” sakıncalı olarak nitelendirmektedir. Buradan hareketle, âyetin başında “kendilerine nimet verilenler” hak ve hakikat ehli insanları, yani cennetlikleri ifade ettiği için, yorumunu yapmakta olduğumuz son cümlede sözü edilenler de bâtılı takip eden ve sonuçta cehennemi hak eden herkestir. Bunları iki grup insanla sınırlandırmak hem âyetin evrenselliğini zedelemekte, hem de Yahudi ve Hıristiyanlardan önce helak edilen inkârcıları ve cehennemlikleri dışarıda bırakmaktadır. Şüphesiz bu durum doğru ve kapsayıcı bir anlayış değildir.
FÂTİHA SÛRESİNİN GENEL MESAJLARI
(1. âyet):
Yüce Allah Fâtiha’ya, her işe Allah’ın adıyla başlamak gerektiğini ortaya koymak üzere Besmele ile başlamaktadır. Besmele, bir işe Yüce Allah’ın adını anarak, o işe Allah’ı şahit tutarak ve o işi Allah rızası için yapmakta oluşun bir ifadesidir. Niyetini böyle belirleyenler Yüce Allah’ın merhamet sıfatları gereği, hayırlı işlerinde başarıya ulaşabileceklerdir.
(2-7. âyetler):
Yüce Allah sûrenin 2-4. âyetlerinde, sûrenin ilk konusu olan “hamd”in Yüce Allah’a ait olduğunu, sadece O’na hamd edilmesi gerektiğini, çünkü hamde layık zatın sadece O olduğunu beyan etmekte ve zatına ait bazı sıfatlarını dile getirmektedir. Bu sıfatlar içerisinde Yüce Allah’ın âlemlerin rabbi, sahibi, yöneticisi, idare edicisi ve şekillendiricisi olduğu beyan edilmektedir. Ayrıca özellikle rahmetinin kâinatı çepeçevre kuşattığını ifade etmek üzere, Rahmân ve Rahîm sıfatları ikinci defa zikredilmektedir. Daha sonra “Din gününün, yani hesap gününün sahibi” oluşu anlamında âhiret inancı hatırlatılarak, bu bilinçle yaşamak için önemli bir ders ve istikamet verilmek istenmektedir.
Fâtiha 5. âyet, sûrenin ikinci konusunu oluşturan “tevhid ilanı”yla ilgilidir ve Yüce Allah’tan başka ilâh tanımama esasını içermektedir. Kulluk edilen kudretten yardım istenir; yardım istemek için de kulluk etmek gerekir. Bu anlamda kulluğun da, yardım talebinin de yegâne muhatabı Yüce Allah’tır. Bu arada Yüce Allah, insanlara “ben” dememeyi, “biz” demeyi öğreterek, insanın sosyal bir varlık olduğuna dikkat çekmektedir. Ayrıca dolaylı olarak bu âyette bütün yaratılmışların lisân-ı halleriyle Yüce Allah’a kul olduklarını beyan ettikleri de mesajlar arasında yer almaktadır.
Fâtiha’nın 6-7. âyetleri, üçüncü ve son konuyu oluşturur ki bu da hidayet isteği anlamında “dua”dır. Yüce Allah, insanoğluna, neyi kimden isteyeceğini öğretmekte, hak ve hakikat yolunu en önemli değer olarak belirleyip, oraya doğru istikamet belirlemelerini kullarından istemektedir. Nimet verilenlerden olmak için nimeti hak etmek ve Kur’ân nimetiyle buluşmak gerekir. Bunun yolu, nimet verilen peygamberler ve diğer üç grubun yolunu takip etmekten geçer.
Gazabı hak etmemek ve sapıklıkta kalmamak da insan iradesinin doğru yöne çevrilmesi gereğinin bir sonucudur. Aksi takdirde, gazaptan da şaşkınlıktan da kurtulmak imkânsızlaşır.
Kur’ân’ın özü, esası, özeti, önsözü ve girişi olarak isimlendirilen ve Hz. Peygamber tarafından “namazın olmazsa olmazı” olarak tanıtılan Fâtiha sûresinde, açıklamaya çalıştığımız gibi üç ana konu ele alınmaktadır. “Hamd”, “tevhid ilanı” ve “dua”. Zaten Kur’ân’ın muhtevası da genel itibariyle bunlardan oluşuyor diyebiliriz.
Fâtiha’da çizilen bu ilâhî rotadan sapmamak ve Kur’ân’ın sunduğu, Hz. Peygamber’in de bizzat yaşayarak örnekliğini gösterdiği ilâhî rehberlikten kopmamak için Yüce Allah’ın ipine, yani Kur’ân’a sıkıca sarılmak gerekir. Bunun sonunda Hakk’ın rızasını kazanmış olmak en büyük niyazımızdır.
Rabbimiz bizi bu nurlu yoldan ayrı koymasın; Kitab’ıyla konuşmayı, Kitab’ını konuşmayı, Kitâb’ını konuşturmayı, Kitab’ını gündem yapmayı ve Kitab’ını yaşayıp hayata taşımayı nasip eylesin. Dünyada onun ışığından, mahşerde ise vahyin ve Nebî (as)’ın arkadaşlığından ayrı koymasın.